Canım sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim; Sonunda bir yere saptım ki, önce bilmezdim. Bitince bir sıra ev, sonra bir de virane, Dikildi karşıma bir han kılıklı meyhane: Basık tavanlı, karanlık, sefil bir dükkan; içinde bir masa, yahut civar tabutluktan Atılma çok ölü görmüş acıklı bir teneşir! Yanında hurdası çıkmış bir eski püskü sedir. Sakat, bacaksız on, on beş hasırlı iskemle, Kırık dökük şişeler, bir de çinko tepsiyle, Beş on kadeh, iki üç testi... Sonra tezgahlık Eden yan üstüne devrilme kirli bir sandık. Sönük sönük yanıyor rafta isli bir lamba... Önünde bir küme: fes, takke, hırka, şalta, aba Kımıldanıp duruyorken, sefil bir sohbet, Bu isli zulmete vermekte büsbütün vahşet: -Kuzum Dimitri, bu akşam biraz ziyadece ver... -Ziyade, anladık amma ya içtiğin şişeler? -Çizersin.. -Öyle mi? Lakin, silinmiyor çetele! Bakın tavan tebeşirden görünmez oldu... -Hele! -Bizim peşin paramız... Anladın mı dün kurusu? -Ayol tükendi mezem... Bari koy biraz turşu. Arattı kendini ustan... Dinince dinlersin! -Hasan be, sende nasıl nazlı nazlı söylersin! Nedir o türkü... Aman başka yok mu?... Hah, şöyle! -Ömer, ne nazlanıyorsun? Biraz da sen söyle. -Nevazil olmuşum, Ahmed, bırak sesim yok hiç... -Sesin mi yok? Açılır şimdi: bir imam suyu iç! -Yarın ne istesin Osman? -Ne isteyim... Burada! -Dimitri çorbacı, doldur! Ne durmuşun orada? -O kim gelen? -Baba Arif. -Sakallı, gel bakalım... Yanaş. -Selamunaleyküm. -Otur biraz çakalım... -Dimitri, hey parasız geldi sanma, işte para! -Ey anladık a kuzum... -Sar be yoldaşım cigara... -Aman bizim Baba Arif susuz musuz içiyor! -Onun bi dalgası olmak gerek: Tünel geçiyor. -Moruk, kaçıncı kadeh? Şimdicik sızarsın ha! -Sızarsa mis gibi yer, yetmemiş adam değil a. Yavaş yavaş kafalar, kelleler kızışmıştı, Ağız, burun, hele sesler bütün karışmıştı; | Dikildi ağzına baktım, açık duran kapının, Fener elinde bir erkek, yanında bir de kadın. Beş on dakika süren bir düşünceden sonra, Kadın girdi o zulmet-sera-yı menfura. (Nefret edilen karanlık yer) Gözünde ebr-i teessür, yüzünde hun-i hicab,(üzüntü gözyaşları) Vücudu ra'se-i na-çar-ı ye's içinde harab,(çaresizlik üzüntüsü) Teveccüh eyleyerek sonradan gelen Babaya: -Demek taşınmalı artık çoluk çocuk buraya! Ayol, nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık... Anan da, ben de, yumurcakların da aç kaldık! Ne iş, ne güç, gece gündüz içip zıbar sade; Sakın düşünme çocuklar acep ne yer evde? Evet, sen el kapısında sürün işin yoksa! Getir bu sarhoşa yutsun, getir paran çoksa! Zavallı ben... Çamaşır, tahta, her gün uğraş da, Sonunda bir paralar yok, el elde baş başta! O tahtalar, çamaşırlar da geçti, yok halim... Ayakta sallanışım zorlanır Hüda alim! Çalışmadın, beni hep bunca yıl çalıştırdın; O yavrucakları çıplak, sefil alıştırdın; Bilir mahalleli kim, aldığın zamanda beni, Cehiz çimenle donatmıştı beybabam evini. Ne oldu şimdi o eşya? Satıp kumarda yedin! Evet, kumarda yedin, hem de karşılarda yedin! ....................... ....................... Herif! Şu halime bak, merhametli ol azıcık... Bırak o zıkkımı, içtiklerin yeter artık. Efendiler, ağalar, siz de bir nasihat edin, Sizin belki var evladınız... -Hasan, ne dedin? -Bırak, köpoğlu kadın amma çalçeneymiş ha! -Benimki çok daha fazlaydı. -Etme! -Elbet ya! Onun için boşadım. Sen işitmedin mi Halim? -Kadın lakırdısı girmez kulağıma zati benim. Senin kadın dediğin adete pabuç gibidir: Biraz vakti taşınır, sonradan değiştirilir. Kadın bu sözleri duymaz, tazallüm eylerdi; Herif mezar taşı tavrıyle sade dinlerdi; Açılıp ağzı nihayet, açılmaz olsa idi! Taşıp döküldü, içinden şu la'net-i ebedi: -Cehennem ol seni hınzır orospu, git Boşsun! -Ben anladım işi, sen komşu, iyice sarhoşsun; Ayıltınız şunu yahut! -ilişmeyin! -Bırakın! Herif ayıldı mı, bilmem, düşüp bayıldı kadın! |
28.02.2009
Meyhane
Gazel - Eyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünya nedür
Eyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünya nedür
Men kimem sâkî olan kimdür mey ü sahba nedür
Gerçi cânândan dîl-i şeyda içün kâm isterem
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dîl-i şeyda nedür
Vasldan çün âşıkı müstağnî eyler bir visal
Âşıka mâşukdan her dem bu istiğna nedür
Hikmet-i dünya vü mâfiha bilen ârif degül
Ârif oldur bilmeye dünya vü mâfiha nedür
Âh u feryâdun Fuzûlî incidübdür âlemi
Ger belâ-yı ışk ile hoşnûd isen gavga nedür
Men kimem sâkî olan kimdür mey ü sahba nedür
Gerçi cânândan dîl-i şeyda içün kâm isterem
Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dîl-i şeyda nedür
Vasldan çün âşıkı müstağnî eyler bir visal
Âşıka mâşukdan her dem bu istiğna nedür
Hikmet-i dünya vü mâfiha bilen ârif degül
Ârif oldur bilmeye dünya vü mâfiha nedür
Âh u feryâdun Fuzûlî incidübdür âlemi
Ger belâ-yı ışk ile hoşnûd isen gavga nedür
Gazel - Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı?
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı?
Kamu bîmârına cânan devâ-yı derd eder ihsan,
Niçin kılmaz bana derman beni bîmâr sanmaz mı?
Şeb-i hicran yanar cânım töker kan çeşm-i giryânım,
Uyarır halkı efgaanım kara bahtım uyanmaz mı?
Gül-i ruhsârına karşu gözümden kanlı akar su,
Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı?
Gamım pinhan dutardım ben dediler yâre kıl rûşen
Disem ol bi-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı?
Değilim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil.
Bana ta’neyleyen gaafil seni görgeç utanmaz mı?
Fuzûlî rind-i şeydâdır hemişe halka rüsvâdır,
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı?
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı?
Kamu bîmârına cânan devâ-yı derd eder ihsan,
Niçin kılmaz bana derman beni bîmâr sanmaz mı?
Şeb-i hicran yanar cânım töker kan çeşm-i giryânım,
Uyarır halkı efgaanım kara bahtım uyanmaz mı?
Gül-i ruhsârına karşu gözümden kanlı akar su,
Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı?
Gamım pinhan dutardım ben dediler yâre kıl rûşen
Disem ol bi-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı?
Değilim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil.
Bana ta’neyleyen gaafil seni görgeç utanmaz mı?
Fuzûlî rind-i şeydâdır hemişe halka rüsvâdır,
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı?
27.02.2009
Durmayalım
Sa'di diyor ki: 'Bir gece biz kervan ile
Ağır ağır gitmekte iken yolumuz düştü bir çöle.
Hızla geçmek için o korkutucu ıssız çölü,
Bütün yolcular istirahati feda ederek,
Gitmektelerdi.Bir aralık bende yürümeye güç
Hiç kalmamış ki düşmüşüm artık uykuya yenik.
Avare bir yolcuyu bekler mi kafile?
Çaresiz yola devam edecek varıncaya dek konak yerine.
Bir de uyandım ki başucuma dikilmiş bir deveci şunları söylemekte:
"Kalk ey zavallı yolcu, uzaklaştı kervan!
Uykum benim de yok değil ama bu çöl,
İstirahat yeri olurmu ki bin türlü korku var?
Varmak istediği yere varıp durmayıp giden;
Yoktur kurtuluş ümidi bu çöller geçilmeden.
Yazık ki yolda böyle düşen uyku derdine,
Hep yolcular gider de kalır kendi kendine! '"
Gerçi olayın kendisi önemsizdir, bunda haklısın, ancak düşün:
İnsaflı ol, bundan başka hikmet dolu bir prensip varmı bugün?
Varmak istersen -diyor Sa'di eğer maksada,
Tuttuğun yollar hiç bitmeyecek gibi olsada;
Yola devam et, durmayıp git, yolda kalmaktan sakın!
Azim sahibi insan için neymiş uzak, neymiş yakın?
Hangi güçlüktür ki gayrete gelince kolaylaşmasın?
Hangi korkunç şey varki insandan korkmasın?
Ağır ağır gitmekte iken yolumuz düştü bir çöle.
Hızla geçmek için o korkutucu ıssız çölü,
Bütün yolcular istirahati feda ederek,
Gitmektelerdi.Bir aralık bende yürümeye güç
Hiç kalmamış ki düşmüşüm artık uykuya yenik.
Avare bir yolcuyu bekler mi kafile?
Çaresiz yola devam edecek varıncaya dek konak yerine.
Bir de uyandım ki başucuma dikilmiş bir deveci şunları söylemekte:
"Kalk ey zavallı yolcu, uzaklaştı kervan!
Uykum benim de yok değil ama bu çöl,
İstirahat yeri olurmu ki bin türlü korku var?
Varmak istediği yere varıp durmayıp giden;
Yoktur kurtuluş ümidi bu çöller geçilmeden.
Yazık ki yolda böyle düşen uyku derdine,
Hep yolcular gider de kalır kendi kendine! '"
Gerçi olayın kendisi önemsizdir, bunda haklısın, ancak düşün:
İnsaflı ol, bundan başka hikmet dolu bir prensip varmı bugün?
Varmak istersen -diyor Sa'di eğer maksada,
Tuttuğun yollar hiç bitmeyecek gibi olsada;
Yola devam et, durmayıp git, yolda kalmaktan sakın!
Azim sahibi insan için neymiş uzak, neymiş yakın?
Hangi güçlüktür ki gayrete gelince kolaylaşmasın?
Hangi korkunç şey varki insandan korkmasın?
25.02.2009
If
If you can keep your head when all about you Are losing theirs and blaming it on you, If you can trust yourself when all men doubt you But make allowance for their doubting too, If you can wait and not be tired by waiting, Or being lied about, don't deal in lies, Or being hated, don't give way to hating, And yet don't look too good, nor talk too wise: If you can dream--and not make dreams your master, If you can think--and not make thoughts your aim; If you can meet with Triumph and Disaster And treat those two impostors just the same; If you can bear to hear the truth you've spoken Twisted by knaves to make a trap for fools, Or watch the things you gave your life to, broken, And stoop and build 'em up with worn-out tools: If you can make one heap of all your winnings And risk it all on one turn of pitch-and-toss, And lose, and start again at your beginnings And never breath a word about your loss; If you can force your heart and nerve and sinew To serve your turn long after they are gone, And so hold on when there is nothing in you Except the Will which says to them: "Hold on!" If you can talk with crowds and keep your virtue, Or walk with kings--nor lose the common touch, If neither foes nor loving friends can hurt you; If all men count with you, but none too much, If you can fill the unforgiving minute With sixty seconds' worth of distance run, Yours is the Earth and everything that's in it, And--which is more--you'll be a Man, my son! --Rudyard Kipling Eğer Butun etrafindakiler bir panik icine dustugu ve bunun sebebini senden bildikleri zaman Eger sen kafani dik tutabilir ve itidalini kaybetmezsen, Eger herkes sana guvenmezken sen kendine guvenebilir, Ve onlarin guvenmemesini de hakli gorursen. Eger beklemesini bilir ve beklemekte de yorulmazsan Veya hakkinda yalan soylenir de sen yalanla is gormezsen Yahut senden nefret edilir de, kendini nefrete kaptirmazsan | Butun bunlarla beraber ne cok iyi, ne de cok akilli gorunmezsen... Eger tahayyul edebilir ve hayallerine esir olmazsan, Eger dusunebilip de dusuncelerini gaye edinmezsen Eger zafer ve yenilgi ile karsilasir Ve bu hokkabaza ayni sekilde davranabilirsen, Eger agzindan cikan hakikati bazi alcaklar tarafindan Ahmaklara tuzak kurmak icin egilip bukulmesine katlanabilirsen, Yahut omrunu verdigin seylerin bir gun basinin uzerine yakildigini gorursen, Ve egilip, yipranmis aletlerle onlari yeniden yapabilirsen, Eger butun kazancini bir yigin yapabilir Ve sonra bir yazi mi, turam mi oyununda tehlikeye koyabilirsen... Ve kaybedip yeni bastan baslayabilir, Ve kaybin hakkinda bir kelimecik olsun birsey bile soylemezsen Eger kalp, sinir ve damarlarini eskidikten cok sonra bile isine yaramaya zorlayabilirsen Ve kendinde onlara "dayan" diye bir iradeden baska bir takat kalmadigi zaman dayanabilirsen... Eger kalabaliklarda konusup faziletini koruyabilirsen Yahut krallarla gezip halka ait huylarini kaybetmezsen, Eger ne dusmanlarin ne de sevgili dostlarin seni incitemezse, Eger, -hic birini fazla olmamak sartiyla- butun insanlari sevebilirsen, Eger bir daha donmeyecek olan dakikayi, altmis saniyelik bir mesafe ile kosup durdurabilirsen... Yeryuzu ve butun ustundekiler senindir. Ve -dahasi- sen bir insan olursun oglum!... |
Herşey Sende Gizli
Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...
Kanatların çırpındığı kadar hafif..
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,
Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yagmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..
İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...
24.02.2009
Mahalle Kahvesi
Kardeşim Hüseyin Avni'ye
"Mahalle kahvesi!" Osmanlılar bilir ne demek? Tasavvur etme sakın "Görmedim nedir?" diyecek. Dilenci şekline girmiş bu "sinsi cânîler, Bu, gündüzün bile yol vermeyen, harâmîler Adımda bir, dikilir, azminin, gelir, önüne... Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe! Evet, dilenci sanır seyr eden kıyâfetini; Fakat bir onluğa âgûş açan sefâletini, Görüp de rikkate şâyân, biraz sokulsa, hemen Vurur şikârını tâ kalbinin samîminden. Mahalle kahvesi hâlâ niçin kapanmamalı? Kapansın elverir artık bu perde pek kanlı! Hayır, bu perde, bu Şark'ın bakılmıyan yarası; Bu, çehresindeki levsiyle yurda yüz karası Hayâtımızda gediktir "gedikli" nâmıyle, Açık durur koca bir kavmin ihtimâmıyle! Sakın firengiye benzetmeyin fecâ'atini: Bu karha milletin emmekte rûh-i gayretini. Mahalle kahvesi Şark'ın harîm-i kâtilidir Tamam o eski batakhâneler mukâbilidir: Zavallı ümmet-i merhûme ölmeden gömülür; Söner bu hufrede idrâki, sonra kendi ölür... Muhît-i levsine dolmuş ki öyle manzaralar: Girince nûr-i nazar simsiyâh olur da çıkar! Yatar zemîn-i sefilinde en kesîf eşbâh, Yüzer havâ-yı sakîlinde en habîs ervâh. Dehân-ı lâ'nete benzer yarıklarıyle tavan, Kusar içinde neler varsa hâtırâtından! O hâtırâtı sakın sanmayın: meâlîdir; Bütün rezâil-i târîhimizle mâlîdir. Neden mefâhir-i eslâfa kahr edip, yalınız, Mülevvesâtına mâzîmizin sarılmadayız? Kış uykusunda mı geçmişti ömrü ecdâdın? Hayır, o nesl-i necîbin, o şanlı evlâdın Damarlarında şehâmet yüzerdi kan yerine; Yüreklerinde ölüm şevki vardı can yerine. Fakat biz onlara âid ne varsa elde, yazık, Birer birer yıkarak kahvehâneler yaptık! Bütün heyâkil-i san'at yetiştiren Şark'ın, Zemîn-i feyzi nasıl şûre-zâra döndü bakın! Ne hastahânesi kalmış zavallı eslâfin, Ne bir imâreti, bitmiş elinde ahlâfın. Kanalların izi yok köprüler harâb olmuş; Sebillerin başı boş, çeşmeler serâb olmuş! O kahraman babalardan doğan bu nesl-i cebîn Ne gîrûdâr-ı maîşet bilir, ne kedd-i yemîn. Azâb içinde kalır sa'yi görse rü'yâda. Niçin yorulmalı zâten "ölümlü dünyâ "da? Vücud emânet-i Hak doğru, hem de cennetlik. Bu kahveler gibi Cennet de müslimîne gedik! "Hayât-ı âile" isminde bir ma'îşet var; Sa'âdet ancak odur... dense hangimiz anlar? Hayât-ı âile dünyâda en safâlı hayat, Fakat o âlemi bizler tanır mıyız? Heyhât! Sabahleyin dolaşıp bir kazanca hizmetle; Evinde akşam otursan kemâl-i izzetle; Karın, çocukların, annen, baban, kimin varsa, Dolaşsalar; seni kat kat bu hâleler sarsa, Sarây-ı cenneti yurdunda görsen olmaz mı? İçinde his taşıyan kalb için bu zevk az mı? Karın nedîme-i rûhun; çocukların rûhun Anan, baban birer âgûş-i ilticâ-yı masûn. Sıkıldın öyle mi! Lâkin, biraz alışsan eğer Fezâ kadar sana vâsi' gelir bu dar çember. Ne var şu kahvede bilmem ki sığmıyorsun eve? Gelin de bir bakalım... Buyrun işte bir kahve: Çamurlu bir kapı, üstünde bir değirmi delik; Önünde tahta mı, toprak mı? Sorma, pis bir eşik. Şu gördüğüm yer için her ne söylesem câiz; Ahırla farkı: O yemliklidir, bu yemliksiz!. Zemîni yüz sene evvel döşenme malta imiş.. "İmiş "le söylüyorum. Çünkü anlamak uzun iş, O bir karış kirin altında hângi mâden var? Tavan açık kuka renginde; sağlı sollu duvar, Maun cilâsına batmış tütünle nargileden; Duman ocak gibi çıkmakta çünkü her lüleden. Dikilmiş ortaya boynundan üstü az koyu al, Vücûdu kapkara, leylek bacaklı bir mangal. Şu var ki bilmeyen insan görürse birden eğer, "Balıkçılın kara saçtan yapılma heykeli!" der: Kenarda, peykelerin alt başında bir kirli Tomar sürükleniyor, bir yatak ki besbelli: Çekilmiş üstüne yağmurluğumsu bir pırtı, Zavallının, güveden, liyme liyme hep sırtı. Kurur bu örtünün üstünde yağlı bir mendil; Ki "bir tependen inersem!" diyen hasır zenbil; Onun hizâsına gelmez mi, bir döner şöyle, Sicimle kulpuna ilmikli çifte mestiyle! Duvarda eski ocaklar kadar geniş bir oyuk, İçinde camlı dolap var ya, raflarında ne yok! Birinci katta sülük beslenen büyük kavanoz; Onun yanında, kan almak için, beş on boynuz. İkinci katta bütün kerpetenler, usturalar... Demek ki kahveci hem diş tabîbi, hem perukâr! İnanmadınsa değildir tereddüdün sırası; Uzun lâkırdıya hâcet ne? İşte mosturası; Çekerken etli kemiklerle ayrılıp çeneden, Sonunda bir ipe, boy boy, onar onar, dizilen, Şu kazma dişleri sen mahya belledinse, değil; Birer mezâra işâret düşün ki, her kandil! Üçüncü katta durur sâde havlu bohçaları. Sağında cam dolabın hücre hücre bitpazarı. Duvarda türlü resimler: alındı Çamlıbeli, Kaçırmış Ayvaz'ı ağlar Köroğlu rahmetli! Arab Üzengi'ye çalmış Şah İsmail gürzü; Ağaçta bağlı duran kızda işte şimdi gözü. Firaklıdır Kerem'in "Of?" der demez yanışı, Fakat şu "Âh mine'l-aşk"a kim durur karşı? Gelince Ezrakabânû denen acûze kadın Külüngü düşmüş elinden zavallı Ferhâd'ın! Görür de böyle Rüfâî'yi: Elde kamçı yılan, Beyaz bir arslana binmiş; durur mu hiç dede can? Bakındı bak Hacı Bektâş'a: Deh demiş duvara! Resim bitince gelir şüphesiz ki beyte sıra. Birer birer oku mümkünse, sonra ma'nâ ver... Hayır, hülâsası kâfi, yekûnu ömre sürer: Bedâhaten kusulan herze pâreler ki düşün, Epey zaman daha lâzımdı herze olmak için! Oturmadan içi yağ bağlamış bodur masanın, Yayılmış üstüne birçok kâğıt ki, oynayanın, Elinde yağlı meşin zanneder görünce adam. Ya tavlanın kiri? Kâbil değildir, anlatamam. Harîta-vâri açılmış en orta yerde dama; Beyaz mı taşları, yâhud siyah mı? hiç sorma? Hutûtu: Gâyr-i muayyen hudûdu memleketin: Nazarda haylice idman gerek ki fark etsin; Deliklerindeki pislik lebâleb olsa, yine, Bakınca bunlara gâyet temiz kalır domine. Delikli çekmece var ha! Demirbaş eşyâdan; Yanında bir de kulaksız Tekir.. Unutma aman! | Asıldı bey koza! - Besbelli, bak sırıttı aval; - Bacak elinde mi? - Kır, Hamdi sen de dağlıyı al. - Ulan! Kapakta imiş dağlı... Hay köpoğlu köpek! - Köpoğlu kendine benzer, uzun kulaklı eşek! - Sekizli, onlu, ne çektinse ver de oryayı tut. - Halim, ne uğraşıyorsun bu çıkmaz işte: Kaput! - Cihâr ü yek mi o taş? - Hiç sıkılma öldü dü-şeş! - Elimde yok mu diyor? Çek babam! - Aman şeş-beş! - Hemen de buldu be? Gelsin hesaplayıp durma! - Bi parti yendi ya akşam, dikiz gelin kuruma! - Dü-beşle bağlıyorum. - Yağma yok! - Elindeki ne? - Se-yek. - Aman durun öyleyse: Penc ü yek domine! - Mızıkçı dendi mi, sensin diyor, bakın ağalar: Kırık mı söyleyin Allâh için Şu cânım zar? - Kırık! - Değil! - Alimallah kırık! - Değil billâh - Yeminsiz oynıyamazlar ki, ah çocuklar ah! - Karışmasan için olmaz değil mi? Sen de bunak! - Gelirsem öğretirim şimdi... - Ay şu pampine bak! Gelip de öğretecekmiş... Mezarcı Mahmud'a git! Bir üflesen gidecek ha... Tirit mi sâde tirit! - Zemâne piçleri! Gördün ya, hepsi besmelesiz... Ne saygı var, ne hayâ var. Eğer bizim işimiz, Bu kaltabanlara kalmışsa vay benim başıma! - Herif belâya sokarsın dırıldanıp durma! - Mezarcı Mahmud'a git ha? Bakın it oğluna bir! Küfürbaz alçak, edepsiz, Bu söylenir mi Bekir? - Yolunca terbiye verdin ya âferin Hasan Ağa?. - Bıraksalar beni, çoktan marizlemiştim ya! Mezarcı Mahmud'a ha? Vay babasının canına. Bunun yaşında iken biz büyüklerin yanına, Okur da öyle girer, hem ayakta beklerdik; "Otur", demezseler elpençe sâde dinlerdik; "Hayır, bu böyle değildir" demek, ne haddimize! "Evet", desek bile derlerdi: "Sus behey geveze" - Otuz yaşında idim belki; annesiz, dışarı Kolay kolay çıkamazdım: Döverdi çünkü karı! Bugün, onaltıyı doldurmamış yumurcaklar, Odun yemez iyi bil ha! Geberse karşı koyar. Geçende dövmek için yoklayım dedim Kerim'i... Bırak! Eşek değilim ben, deyip dikilmez mi? Dayak eşekler içinmiş, adam dövülmezmiş.. - Ya biz, sözüm ona, merkeb miyiz Bekir, bu ne iş? Döverdiler bizi hergün de karşı koymazdık... Ben öyle terbiye oldum... Kolay mı insanlık? - Dokundurur mu, ne mümkün, eloğlu hiç adama? O müslümanları sen şimdi, hey kuzum arama! Gürültüsüz oyun isterseniz gelin damaya: Zavallı, açmaza düşmüş... Bakın hesaplamaya! Oyuncunun biri dalgın, elinde taş duruyor; Rakîbi halbuki lâ yenkâtı' bıyık buruyor. Seyirciler mütefekkir, güzîde bir tabaka; Düşünmelerdeki şîveyse büsbütün başka: Kiminde el, filân aslâ karışmıyorken işe, Kiminde durmadan işler benân-ı endîşe. Al işte: "Beyne burundan gerek, demiş de, hulûl" Taharriyât-ı amîkayla muttasıl meşgûl! Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam: Zemîne dâire şeklindeki yaydı bir balgam; Abanmış olduğu bir yamrı yumru değnekle, Mümâslar çekerek soktu belki yüzşekle! Ayak teriyle cilâlanma tahta peykelere, Külâhlı, fesli dizilmiş yığın yığın çehre: Nasîb-i fikr ü zekâdan birinde yok gölge; Duyulmamış bu beyinlerde his denen meleke! - Aman canım, şu bizim komşu amma uğraşıcı! - Ne belledin ya efendim? Onun bir ismi Hacı! -Çocuğ', ha mektebe verdim, ha vermedimdi diye, Sokak sokak geziyor... - Koymuyor mu medreseye? - Koyar mı hiç? Arabî şimdi kim okur artık? - Evet, gâvurcaya düştük de sanki iş yaptık! - Binâ'ya üç sene gittimdi hey zamanlar hey İlim de kalmadı... - Zâten ne kaldı? Hiç bir şey. - Mahalle mektebi lâzımdır eski yolda bize; Sülüs, nesih bitiyor yoksa hepsi... Keyfinize! - On üç yaşında idim aldığım zaman ketebe. Geçende, sen ne bilirsin? demez mi bir zübbe? Dedim, "Ulan seni gel ben bir imtihân edeyim, Otur da yap bakalım şöyle bir kıyak temmim." - Nasıl, becerdi mi? - Kâbil mi! Rabbi yessir'i ben, Tamam beş ayda değiştimdi kalfamız sağ iken. - Nedir elindeki yâhuu? - Ceride. - At şu pisi. - Neden? - Yalan yazıyor, oğlum, onların hepisi. - Ya doğru yazsa asarlar... Ne oldu Volkan'cı, Unuttunuz mu? - Bırak boşboğazlık etme Hacı! Şu karşıdan gözeten fesli, zannım ağzıkara... - Hayır, demem o değil... - Durma sen belânı ara! - Canım lâtife yapar, bilmiyor musun Ömer'i? - Biraz rahatsızım Ahmed, yakın benim feneri! Duyuldu bir iri ses, arkasından istiğfâr... Meğer geğirti imiş. - Pek şifâlı şey şu hıyar. Cacık yedin mi, ne hikmet, hazır hemen teftîh... - Evet şifâlı yemiştir... - Yemiş mi? Lâ-teşbîh. - Günâha girme. Tefâsîrde öyle yazmışlar... Dayım demişti ki: Gördüm, hıyar hadiste de var: - Hasan, bizim yeni dâmad ne oldu anlamadık Görünmüyor? - Karı koyvermiyor. Herif, kılıbık. - Evinde çan çan eden erkeğin de aklına şaş... Laf anlamaz dişi mahluku, durma sen uğraş. - Kim uğraşır a babam, bunca yıllık ehlim iken, Adem hesabına koymam bizim köroğlunu ben. ........................ ........................ Tavanın pervazı altındaki toprak yuvadan, Bakıyor bunlara, yan yan, iki çift ince nazar: "Ya sizin bir yuvanız yok mu?" diyor anlaşılan, Dişi erkek çalışan yavrulu kırlangıçlar... |
Gazel - Sanma ey hace ki senden zer ü sim isterler
Sanma ey hace ki senden zer ü sim isterler
Yevme la yenfau da kalb-i selim isterler
Berzah-ı havf ü recadan geçe gör nakam ol
Dem-i ahirde ne ummid ü ne bim isterler
Unutup bildiğini arif isen nadan ol
Bezm-i vahdette ne ilm ü ne alim isterler
Alem-i bi meh ü hurşid ü felekde her giz
Ne muhendis ne muneccim ne hakim isterler
Harem-i ma'niye biganeye yol vermezler
Aşina yi ezeli yar-i kadim isterler
Sakin-i dergeh-i teslim-i riza ol daim
Bermurad itmeğe hizmette mukim isterler
Dergeh-i fakra varıp dirliğini arz etme
Anda her giz ne sipahi ne zaim isterler
Aşık ol serbet-i vasl ister isen kim aşık
Çaresiz derd arayıp renc-i elim isterler
Ni'met-i zahire dilbeste olan gürsineler
Muzd nan pareye cennat-i naim isterler
Kible-i ma'niyi fehm eylemeyen kec revler
Sehv ile secde edip ecr-i azim isterler
Ezber et kissa-i esrar-i dili ey Ruhi
Hazır ol bezm-i İlahi'de nedim isterler
İskender Pala'nın kaleminden:
Ey efendi Sanma ki senden altın ve gümüş isteyecekler
Hayır Yevme la yenfau da ancak kalb i selim isterler
Beyitte Şuara suresinin 88 89 ayetlerini telmih mevcut olup;
Yevme la yenfau malun vela benun / Illa men eta'llahe bi kalbin selim
buyurulmaktadır. Mealen O gün (kiyamette) mal da fayda vermez evlatlar da / Ancak sağlam bir kalb ile Allah'ın huzuruna gelenler müstesna demek olur ki şair ahirete temiz kalb ile gitmek gerektigini vurgulamaktadir
Korku ve ümit merhalesinden geçip nakam olmaya bak
Yoksa son nefeste ne korku ne de umid işe yaramaz
Eğer arif isen bildiklerini (vesveselerini) unutup bilmezlik makaminda kal
Çunki vahdet bezminde ne ilim ne de alim isterler
(Gerçek) ay ile guneşlerin kaybolup gittiği şu dünyada ve gökkubbenin altında
Ne muhendis ne muneccim ne de filozof olmak kar etmiyor
Bu beyti şu guneş imiş şu ay imiş gibi ayrımların yapılmadıgı gerçek alemde muhendis de olsan muneccim yahut filozof da faydası yok şeklinde anlamlandırmak da mümkündür
Bigane olanları manaların harem dairesine girmeye bırakmazlar
Oraya girebilmek için ta ezelden aşinalar ve kadim dostluklar (Allah'i bilmek ve O'nun dostu olarak yaşamak) istenir
Daima Hakk'ın rızasına teslimiyet dergahında ikamet et
Çünki bir kişiyi muradına erdirmek için hizmette devamlılık isterler
Fakr dergahına varıp maaşinin yuksekliğinden dem vurma
Çünki orada asla ne üst düzey paşalar ne de prensler (yuksek bürokratlar) isterler
Gunu geldiginde vuslat şerbetinden içmek istersen gerçek aşık ol
Ancak bil ki aşıklar gerçek aşka ulaşabilmek için çaresiz dertler arayıp elim sıkıntılar isterler
Gosteriş nimetine gönül bağlayan gerçek fakirler bir parça ekmek parasına karşılık naim cennetlerini istiyorlar
(Garip dogrusu Dilenciye çeyrek ekmek parası sadaka vermekle cenneti kazanılacak sanıyorlar)
Gercek manalar kıblesini idrak edemeyen aykırı gidişatlılar
Kazara bir secde ederler de hemen ardından (ömürleri taatle geçmiş gibi) en buyuk ecirleri isterler Demek bayram namazına gitmekle yıllık ibadetini tamamladiğını sanıp sofuluk taslayanlar XVI asırda da varmış Ey Ruhi
Gonul sırlarina ait kıssayı ezberleyip kendini hazırlıklı tut ki
Yarın Allah'ın huzuruna varıldiginda tatlı dilli sohbet adamı (kulluğunda eksiği olmayan dost) isterler
Yevme la yenfau da kalb-i selim isterler
Berzah-ı havf ü recadan geçe gör nakam ol
Dem-i ahirde ne ummid ü ne bim isterler
Unutup bildiğini arif isen nadan ol
Bezm-i vahdette ne ilm ü ne alim isterler
Alem-i bi meh ü hurşid ü felekde her giz
Ne muhendis ne muneccim ne hakim isterler
Harem-i ma'niye biganeye yol vermezler
Aşina yi ezeli yar-i kadim isterler
Sakin-i dergeh-i teslim-i riza ol daim
Bermurad itmeğe hizmette mukim isterler
Dergeh-i fakra varıp dirliğini arz etme
Anda her giz ne sipahi ne zaim isterler
Aşık ol serbet-i vasl ister isen kim aşık
Çaresiz derd arayıp renc-i elim isterler
Ni'met-i zahire dilbeste olan gürsineler
Muzd nan pareye cennat-i naim isterler
Kible-i ma'niyi fehm eylemeyen kec revler
Sehv ile secde edip ecr-i azim isterler
Ezber et kissa-i esrar-i dili ey Ruhi
Hazır ol bezm-i İlahi'de nedim isterler
İskender Pala'nın kaleminden:
Ey efendi Sanma ki senden altın ve gümüş isteyecekler
Hayır Yevme la yenfau da ancak kalb i selim isterler
Beyitte Şuara suresinin 88 89 ayetlerini telmih mevcut olup;
Yevme la yenfau malun vela benun / Illa men eta'llahe bi kalbin selim
buyurulmaktadır. Mealen O gün (kiyamette) mal da fayda vermez evlatlar da / Ancak sağlam bir kalb ile Allah'ın huzuruna gelenler müstesna demek olur ki şair ahirete temiz kalb ile gitmek gerektigini vurgulamaktadir
Korku ve ümit merhalesinden geçip nakam olmaya bak
Yoksa son nefeste ne korku ne de umid işe yaramaz
Eğer arif isen bildiklerini (vesveselerini) unutup bilmezlik makaminda kal
Çunki vahdet bezminde ne ilim ne de alim isterler
(Gerçek) ay ile guneşlerin kaybolup gittiği şu dünyada ve gökkubbenin altında
Ne muhendis ne muneccim ne de filozof olmak kar etmiyor
Bu beyti şu guneş imiş şu ay imiş gibi ayrımların yapılmadıgı gerçek alemde muhendis de olsan muneccim yahut filozof da faydası yok şeklinde anlamlandırmak da mümkündür
Bigane olanları manaların harem dairesine girmeye bırakmazlar
Oraya girebilmek için ta ezelden aşinalar ve kadim dostluklar (Allah'i bilmek ve O'nun dostu olarak yaşamak) istenir
Daima Hakk'ın rızasına teslimiyet dergahında ikamet et
Çünki bir kişiyi muradına erdirmek için hizmette devamlılık isterler
Fakr dergahına varıp maaşinin yuksekliğinden dem vurma
Çünki orada asla ne üst düzey paşalar ne de prensler (yuksek bürokratlar) isterler
Gunu geldiginde vuslat şerbetinden içmek istersen gerçek aşık ol
Ancak bil ki aşıklar gerçek aşka ulaşabilmek için çaresiz dertler arayıp elim sıkıntılar isterler
Gosteriş nimetine gönül bağlayan gerçek fakirler bir parça ekmek parasına karşılık naim cennetlerini istiyorlar
(Garip dogrusu Dilenciye çeyrek ekmek parası sadaka vermekle cenneti kazanılacak sanıyorlar)
Gercek manalar kıblesini idrak edemeyen aykırı gidişatlılar
Kazara bir secde ederler de hemen ardından (ömürleri taatle geçmiş gibi) en buyuk ecirleri isterler Demek bayram namazına gitmekle yıllık ibadetini tamamladiğını sanıp sofuluk taslayanlar XVI asırda da varmış Ey Ruhi
Gonul sırlarina ait kıssayı ezberleyip kendini hazırlıklı tut ki
Yarın Allah'ın huzuruna varıldiginda tatlı dilli sohbet adamı (kulluğunda eksiği olmayan dost) isterler
Kara Toprak
Dost dost diye nicesine sarıldım Benim sadık yarim kara topraktır. beyhude dolandım, boşa yoruldum Benim sadık yarim kara topraktır. Nice güzellere bağlandım kaldım Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum Her türlü istediğim topraktan aldım Benim sadık yarim kara topraktır Koyun verdi, kuzu verdi, süt verdi Yemek verdi, ekmek verdi, et verdi Kazma ile dövmeyince kıt verdi Benim sadık yarim kara topraktır Adem´den bu deme neslim getirdi Bana türlü türlü meyve bitirdi Her gün beni tepesinde götürdü Benim sadık yarim kara topraktır. Karnın yardım kazmayınan, belinen Yüzün yırttım tırnağınan, elinen Yine beni karşıladı gülünen Benim sadık yarim kara topraktır İşkence yaptıkça bana gülerdi bunda yalan yoktur herkes de gördü Bir çekirdek verdim, dört bostan verdi Benim sadık yarim kara topraktır. | Havaya bakarsam hava alırım Toprağa bakarsam dua alırım Topraktan ayrılsam nerde kalırım Benim sadık yarim kara topraktır. Bir dileğin varsa iste Allah´tan Almak için uzak gitme topraktan Cömertlik toprağa verilmiş Hak´tan Benim sadık yarim kara topraktır. Hakikat istersen açık bir nokta Allah kula yakın, kul da Allah´a Hakkın gizli hazinesi toprakta Benim sadık yarim kara topraktır. Bütün kusurumu toprak gizliyor Melhem çalıp yaralarım düzlüyor Kolun açmış yollarımı gözlüyor Benim sadık yarim kara topraktır. Her kim ki olursa bu sırra mazhar Dünyaya bırakır ölmez bir eser Gün gelir Veysel´i bağrına basar Benim sadık yarim kara topraktır. |
Sevebilme İhtimali
Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan
Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam...
Ben seninle bir gün Veyselkarani´de haşlama yeme ihtimalini sevdim.
İlkokulun silgi kokan, tebeşir lekeli yıllarında
Ankara´da karbonmonoksit sonbaharlar yaşanırdı o zaman
özlemeye başladım herkesi...
Ve bu hasret öyle uzun sürdü ki, adam gibi hasretleri özlemeye başladım sonra..
Bizim Kemalettin Tuğcu´larımız vardı...
Bir de camların buğusuna yazı yazma imkanı...
Yumurta kokan arkadaşlarla paylaşılan kahverengi sıralarda,
solculuk oynamaya başladık..
Ben doktor oluyordum sen hemşire, geri kalanlar kontrgerilla...
Kırmızı boyalarla umut ikliminde harfler yazılıyordu pütürlü duvarlara ve
Türk Dil Kurumu´na inat bir Türkçeyle...
Ağbilerimizden öğrendik, S harfinden orak çekiç figürleri türetmeyi..
Ankara´ya usul usul karbonmonoksit yağıyordu.
Ve kapalı mekanlarda sevişmeyi öneriyordu haber bültenleri.
Oysa Ankara´da hiç sevişmedim ben.
Disiplin kurulunda tartışılan aşkım olmadı benim..
Sınıfça gidilen pikniklerde kıçımıza batan platonik dikenleri saymazsak..
Ankara´ya usul usul kurşun yağıyordu..
Ve belli bir saatten sonra sokağa çıkmamayı öneriyordu haber bültenleri.
Oysa hiç kurşun yaram olmadı benim
Ve hiç bir mahkeme tutanağında geçmedi adım
Çatışmaların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydüm sadece
Sana şiirler biriktiriyordum fen bilgisi defterimde, ama sen yoktun
Ben, senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum, suni teneffüs saatlerinde
Okul servisi seni hep zamansız, amansızca bir lojman griliğine götürüyordu
Ben, senin benimle Tunalı Hilmi Caddesi´ne gelebilme ihtimalini seviyordum.
Ben, senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum.
Yaz sıcağı toprağa çekiyor da tenimin çatlamaya hazır gevrekliğini
Sonra otobüs oluyordum, kırık yarık yolların çare bilmez sürgünü
Ne yana baksam dağ ve deniz sanıyordum
Muş ovasının yalancı maviliğini
Otobüs oluyordum bir süre
Yanımızdan geçen kara trenlerle yarışıyordum, yanağım otobüs camının garantisinde
Otobüs oluyordum
Bir ülkeden bir iç ülkeye
Çocukluğuma yaklaştıkça büyüyordum.
Zap suyunun sesini başına koyuyordum şarkılarımın listesinin
Korkuyordum
Sonra iniyordum otobüsten
Çarşıdan bizim eve giden, ömrümün en uzun,
ömrümün en kısa, ömrümün en çocuk,
ömrümün en ihtiyar yolunu koşuyordum.
Çünkü sonunda annem oluyordum, babam kokuyordum sonunda..
Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan
Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam
Ben seninle bir gün Van´daki bir kahvaltı salonunda
Ben seninle sadece bilmek zorunda kalanların bildiği
bir yol üstü lokantasında
Ben seninle, Ağrı dağına mistik ve demli bir çay kıvamında bakan
Doğubeyazıt´ın herhangi bir toprak damında
Ben seninle herhangi bir insan elinin
terli coğrafyasında olma ihtimalini sevdim
Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!
Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam...
Ben seninle bir gün Veyselkarani´de haşlama yeme ihtimalini sevdim.
İlkokulun silgi kokan, tebeşir lekeli yıllarında
Ankara´da karbonmonoksit sonbaharlar yaşanırdı o zaman
özlemeye başladım herkesi...
Ve bu hasret öyle uzun sürdü ki, adam gibi hasretleri özlemeye başladım sonra..
Bizim Kemalettin Tuğcu´larımız vardı...
Bir de camların buğusuna yazı yazma imkanı...
Yumurta kokan arkadaşlarla paylaşılan kahverengi sıralarda,
solculuk oynamaya başladık..
Ben doktor oluyordum sen hemşire, geri kalanlar kontrgerilla...
Kırmızı boyalarla umut ikliminde harfler yazılıyordu pütürlü duvarlara ve
Türk Dil Kurumu´na inat bir Türkçeyle...
Ağbilerimizden öğrendik, S harfinden orak çekiç figürleri türetmeyi..
Ankara´ya usul usul karbonmonoksit yağıyordu.
Ve kapalı mekanlarda sevişmeyi öneriyordu haber bültenleri.
Oysa Ankara´da hiç sevişmedim ben.
Disiplin kurulunda tartışılan aşkım olmadı benim..
Sınıfça gidilen pikniklerde kıçımıza batan platonik dikenleri saymazsak..
Ankara´ya usul usul kurşun yağıyordu..
Ve belli bir saatten sonra sokağa çıkmamayı öneriyordu haber bültenleri.
Oysa hiç kurşun yaram olmadı benim
Ve hiç bir mahkeme tutanağında geçmedi adım
Çatışmaların ortasında sevimli bir çocuk yüzüydüm sadece
Sana şiirler biriktiriyordum fen bilgisi defterimde, ama sen yoktun
Ben, senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum, suni teneffüs saatlerinde
Okul servisi seni hep zamansız, amansızca bir lojman griliğine götürüyordu
Ben, senin benimle Tunalı Hilmi Caddesi´ne gelebilme ihtimalini seviyordum.
Ben, senin beni sevebilme ihtimalini seviyordum.
Yaz sıcağı toprağa çekiyor da tenimin çatlamaya hazır gevrekliğini
Sonra otobüs oluyordum, kırık yarık yolların çare bilmez sürgünü
Ne yana baksam dağ ve deniz sanıyordum
Muş ovasının yalancı maviliğini
Otobüs oluyordum bir süre
Yanımızdan geçen kara trenlerle yarışıyordum, yanağım otobüs camının garantisinde
Otobüs oluyordum
Bir ülkeden bir iç ülkeye
Çocukluğuma yaklaştıkça büyüyordum.
Zap suyunun sesini başına koyuyordum şarkılarımın listesinin
Korkuyordum
Sonra iniyordum otobüsten
Çarşıdan bizim eve giden, ömrümün en uzun,
ömrümün en kısa, ömrümün en çocuk,
ömrümün en ihtiyar yolunu koşuyordum.
Çünkü sonunda annem oluyordum, babam kokuyordum sonunda..
Soğuk ve şehirlerarası otobüslerde vazgeçtim çocuk olmaktan
Ve beslenme çantamda otlu peynir kokusuydu babam
Ben seninle bir gün Van´daki bir kahvaltı salonunda
Ben seninle sadece bilmek zorunda kalanların bildiği
bir yol üstü lokantasında
Ben seninle, Ağrı dağına mistik ve demli bir çay kıvamında bakan
Doğubeyazıt´ın herhangi bir toprak damında
Ben seninle herhangi bir insan elinin
terli coğrafyasında olma ihtimalini sevdim
Ben senin, beni sevebilme ihtimalini sevdim!
Analar
Garibin anası pencerelerden
Yanık türkülerle yollara bakar.
İncecik yüzünde her akşam üstü,
Çizgi çizgi, nokta nokta bir efkar.
Fakirin anası her sabah sessiz
Ağlar çocuğunun aç çıplak durduğuna...
Elleri koynunda kalır çaresiz,
Bin pişman doğduğuna, doğurduğuna.
Mahkumun anası susar, konuşmaz
Suçu kendisinde sanır.
Kaçar insanlardan, aydınlıklardan
Duvarlara bile baksa utanır.
Açılsa üstüm biraz duyar da gece yarısı
Kalkar yatağından gelir.
Bir mübarek el uzanır yorganıma usulca
Bilirim anamın elidir.
Bir merhamet, bir sıcaklık, bir gurur,
"Yavrum" diyen sesinde
Ve günde beş vakit nabzı vurur,
Beyaz tülbentinde seccadesinde
Karımın anası anama benzer,
Öylesine yakın duygulu, ince...
Özü sözü bir yayla gözesi kadar berrak
Oturacak yer bulamaz çıkıp yanına gelince,
Yüreği, destanlar gibi sımsıcak.
Ve alnım açıksa, başım dikse
Dirliğimiz varsa, mutluysam,
Yüzüme gülüyorsa böyle bu şehir...
Bir beyaz zambak gibi pırıl pırılsa yavrum
Ve yavrumsa sevdiren bana her şeyi bir bir
Bu mutluluk, bu düzen, bu bitmeyen aydınlık
Anasının yüzü suyu hürmetinedir.
Yanık türkülerle yollara bakar.
İncecik yüzünde her akşam üstü,
Çizgi çizgi, nokta nokta bir efkar.
Fakirin anası her sabah sessiz
Ağlar çocuğunun aç çıplak durduğuna...
Elleri koynunda kalır çaresiz,
Bin pişman doğduğuna, doğurduğuna.
Mahkumun anası susar, konuşmaz
Suçu kendisinde sanır.
Kaçar insanlardan, aydınlıklardan
Duvarlara bile baksa utanır.
Açılsa üstüm biraz duyar da gece yarısı
Kalkar yatağından gelir.
Bir mübarek el uzanır yorganıma usulca
Bilirim anamın elidir.
Bir merhamet, bir sıcaklık, bir gurur,
"Yavrum" diyen sesinde
Ve günde beş vakit nabzı vurur,
Beyaz tülbentinde seccadesinde
Karımın anası anama benzer,
Öylesine yakın duygulu, ince...
Özü sözü bir yayla gözesi kadar berrak
Oturacak yer bulamaz çıkıp yanına gelince,
Yüreği, destanlar gibi sımsıcak.
Ve alnım açıksa, başım dikse
Dirliğimiz varsa, mutluysam,
Yüzüme gülüyorsa böyle bu şehir...
Bir beyaz zambak gibi pırıl pırılsa yavrum
Ve yavrumsa sevdiren bana her şeyi bir bir
Bu mutluluk, bu düzen, bu bitmeyen aydınlık
Anasının yüzü suyu hürmetinedir.
Sessiz Gemi
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden
Süleymaniyede Bir Bayram Sabahı
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye´de Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati, Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan, Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan. Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir, Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir. Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib alem bu!.. Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu... Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir; O seferlerle açılmış nice yerlerdendir. Bu sukünette karıştıkca karanlıkla ışık Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık; Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya. Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor, Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor. Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı Adamış sevdiği Allah´ına bir böyle yapı. En güzel mabedi olsun diye en son dinin Budur öz şekli hayal ettiği mimarının. Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi, Seçmiş İstanbul´un ufkunda bu kudsi tepeyi; Taşımış harcını gazileri, serdarıyle, Taşı yenmiş nice bin işcisi, mimarıyle. Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne, Uhrevi bir kapı açmiş buradan gökyüzüne, Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları.. Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari. Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum; Ben de bir varisin olmakla bügün mağrurum; Bir zaman hendeseden abide zannettimdi; Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi, Senelerden beri ru´yada görüp özlediğim Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim. Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını Görüyor varliğının bir yere toplandığını; Büyük Allah´ı anarken bir ağızdan herkes Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses; Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi, Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi! | Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir´i Ne kadar saf idi siması bu mu´min neferin! Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin? Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu, Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli, Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli; Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz; Vatanın hem yaşıyan varisi hem sahibi o, Görünür halka bu günlerde teselli gibi o, Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde, Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde. Karşı dağlarda tutuşmus gibi gül bahçeleri, Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri. Gökte top sesleri var, belli, derinden derine; Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine. Çok yakından mı bu sesler, cok uzaklardan mı? Üsküdar´dan mı? Hisar´dan mı? Kavaklar´dan mı? Bursa´dan, Konya´dan, İzmir´den, uzaktan uzağa, Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa; Şimdi her merhaleden, taa Beyazıd´dan, Van´dan, Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan. Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher! Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer, Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgarını, Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını. Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor? Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor: Kosva´dan, Niğbolu´dan, Varna´dan, İstanbul´dan.. Anıyor her biri bir vak´ayı heybetle bu an; Belgrad´dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar´dan mı? Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı? Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor? Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!.. Adalar´dan mı? Tunus´dan mı, Cezayir´den mi? Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor; O mübarek gemiler hangi seherden geliyor? Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine. Çok sükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine Yaşıyanlarla beraber bulunan ervahı. Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı. |
Rindlerin Ölümü
Hafız´ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz´ı hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar;her gece bir bülbül öter.
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz´ı hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar;her gece bir bülbül öter.
Rindlerin Akşamı
Dönülmez akşamın ufkundayız.Vakit çok geç;
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç!
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle.
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükunlu gece.
Guruba karşı bu son bahçelerde, keyfince,
Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül!
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül.
Zindandan Mehmed'e Mektup
Zindan iki hece. Mehmed´im lafta! Baba katiliyle baban bir safta! Bir de geri adam, boynunda yafta... Halimi düşünüp yanma Mehmed´im! Kavuşmak mi?.. Belki.. Daha ölmedim! Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli, Kırmızı tuğlalar altı köşeli. Bu yol da tutuktur hapse düşeli... Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak Ne ayak dayanır buna, ne tırnak! Bir alem ki, gökler boru içinde. Akıl almazların zoru içinde Üstüste sorular soru içinde. Düşün mü,konuş mu, sus mu ,unut mu? Buradan insan mı çıkar, tabut mu? Bir idamlık Ali vardı,asıldı Kaydını düştüler, mühür basıldı. Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı Ondan kalan, boynu bükük ve sefil; Bahçeye diktiği üç beş karanfil... Müdür bey dert dinler, bugün "maruzat"! Çatık kaş... Hükumet dedikleri zat... Beni Allah tutmuş kim eder azat? Anlamaz; yazısız, pulsuz, dilekçem... Anlamaz! Ruhuma geçti bilekçem! Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil Sayım var, maltada hizaya dizil! Tek yekun içinde yazıl ve çizil! Insanlar zindanda birer kemmiyet; Urbalarla kemik, mintanlarla et. Somurtuş gibi bıçak, nara gibi tokat; Zift dolu gözlerde karanlık kat kat... Yalnız seccademin yönünde şefkat Beni kimsecikler okşamaz madem Öp beni alnımdan, sen öp seccadem! | Çaycı getir ilaç kokulu çaydan! Dakika düşelim, senelik paydan! Zindanda dakika farksız aydan Karıştır çayını zaman erisin Kopuk kopuk, duman duman erisin! Peykeler, duvara mihli peykeler Duvarda, başlardan yağlı lekeler Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler... Duvar,katil duvar yolumu biçtin Kanla dolu sünger... Beynimi içtin Sükut... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar Tek nokta seçemez dünyada nazar Yerinde mi acep, ölü ve mezar? Yeryüzü boşaldı habersiz miyiz? Güneşe göç varda, kalan biz miyiz? Ses demir, su demir ve ekmek demir... İstersen demirde muhali kemir. Ne gelir ki elden, kader bu, emir... Garip pencerecik, küçük daracık; Dünyaya kapalı, Allah´a açık Dua, dua eller karıncalanmış; Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu İplik ki incecik, örer boşluğu Ana rahmi zahir, şu bizim koğuş Karanlığında nur, yeniden doğuş.... Sesler duymaktayım; Davran ve boğuş! Sen bir devsin, yükü ağırdır devin! Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin! Mehmed´im, sevinin, başlar yüksekte! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! Yarın elbet bizim,elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir. |
Muhasebe
Ben artık ne şairim, ne fıkra muharriri!
Sadece beyni zonklayanlardan biri!
Bakmayın tozduğuma meşhur Babialide!
Bulmuşum rahatımı ben bir tesellide.
Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?
Evet, kafam çatlıyor, güya ulvi hastalık;
Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık.
Büyük meydana düştüm, uçtu fildişi kulem;
Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem.
Üstün çile, dev gibi geldi çattı birden! Tos!!
Sen cüce sanatkarlık, sana büsbütün paydos!
Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok edilen güruhiyle...
Çok var ki, bu hınç bende fikirdir, fikirse hınç!
Genç adam, al silahı; iman tılsımlı kılınç!
İşte bütün meselem, her meselenın başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!
Tırnağı en yırtıcı hayvanın pencesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına;
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!
Dışımda bir dünya var, zıpzıp gibi küçülen,
İçimde homurtular, inanma diye gülen...
İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe!
Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe?
Üç katlı ahşap evin her katı ayrı alem!
Üst kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve aşıkları,
Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları;
Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!
Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Koku iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş...
Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!
Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım!
Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;
Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.
Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?
Bazı geriden gelen, yüzbin devir ilerde!
Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak!
Bir saman kağıdından, bütün iş kopya almak;
Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.
Mavalları bastırdı devrim isimli masal.
Yeni çirkine mahkum, eskisi güzellerin;
Allah kuluna hakim, kulları heykellerin!
Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta;
Lafını çok dinledik, şimdi iş inkilapta!
Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni!
Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni!
Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak!
Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?
Sadece beyni zonklayanlardan biri!
Bakmayın tozduğuma meşhur Babialide!
Bulmuşum rahatımı ben bir tesellide.
Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası!
Bir vicdanın, bilemem, kaçtır hava parası?
Evet, kafam çatlıyor, güya ulvi hastalık;
Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık.
Büyük meydana düştüm, uçtu fildişi kulem;
Milyonlarca ayağın altında kaldı kellem.
Üstün çile, dev gibi geldi çattı birden! Tos!!
Sen cüce sanatkarlık, sana büsbütün paydos!
Cemiyet, ah cemiyet, yok edilen ruhiyle;
Ve cemiyet, cemiyet, yok edilen güruhiyle...
Çok var ki, bu hınç bende fikirdir, fikirse hınç!
Genç adam, al silahı; iman tılsımlı kılınç!
İşte bütün meselem, her meselenın başı,
Ben bir genç arıyorum, gençlikle köprübaşı!
Tırnağı en yırtıcı hayvanın pencesinden,
Daha keskin eliyle, başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına;
Yerleştirse başını, iki diz kapağına;
Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi?
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!
Dışımda bir dünya var, zıpzıp gibi küçülen,
İçimde homurtular, inanma diye gülen...
İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe!
Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe?
Üç katlı ahşap evin her katı ayrı alem!
Üst kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: (Mavs) oynayan annem ve aşıkları,
Alt kat: Kızkardeşimin (Tamtam) da çığlıkları;
Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim;
Buyrun ve maktaından seyredin, işte evim!
Bu ne hazin ağaçtır, bütün ufkumu tutmuş!
Koku iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş...
Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım!
Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım!
Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana;
Yükseldik sanıyorlar, alçaldıkça tabana.
Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerde?
Bazı geriden gelen, yüzbin devir ilerde!
Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak!
Bir saman kağıdından, bütün iş kopya almak;
Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.
Mavalları bastırdı devrim isimli masal.
Yeni çirkine mahkum, eskisi güzellerin;
Allah kuluna hakim, kulları heykellerin!
Buluştururlar bizi, elbet bir gün hesapta;
Lafını çok dinledik, şimdi iş inkilapta!
Bekleyin, görecektir, duranlar yürüyeni!
Sabredin, gelecektir, solmaz, pörsümez Yeni!
Karayel, bir kıvılcım; simsiyah oldu ocak!
Gün doğmakta, anneler ne zaman doğuracak?
Otuz Beş Yaş Şiiri
Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Gazel - Küfr-i Zülfün
Küfr-i zülfün salalı rahneler îmânımıza
Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perîşânımıza
Seni görmek müteazzir görünür böyle ki eşk
Sana baktıkça dolar dîde-i giryânımıza
Cevr-i çok eyleme kim olmaya nâgeh tükene
Az edip cevr ü cefâlar kılasın cânımıza
Eksik olmaz gamımız bunca ki bizden gam alıp
Her gelen gamlı gider şâd gelip yanımıza
Var her halka-i zencîrümüzün bir ağzı
Muttasıl vermeğe ifşâ gam-ı pinhânumuza
Gam-ı eyyâm Fuzûlî bize bîdâd etti
Gelmişiz acz ile dâd etmeğe sultânımıza
Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perîşânımıza
Seni görmek müteazzir görünür böyle ki eşk
Sana baktıkça dolar dîde-i giryânımıza
Cevr-i çok eyleme kim olmaya nâgeh tükene
Az edip cevr ü cefâlar kılasın cânımıza
Eksik olmaz gamımız bunca ki bizden gam alıp
Her gelen gamlı gider şâd gelip yanımıza
Var her halka-i zencîrümüzün bir ağzı
Muttasıl vermeğe ifşâ gam-ı pinhânumuza
Gam-ı eyyâm Fuzûlî bize bîdâd etti
Gelmişiz acz ile dâd etmeğe sultânımıza
Gazel - Ya râb belayı aşk ile kıl aşina beni
Ya râb belayı aşk ile kıl aşina beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni
Az eyleme inâyetini ehli derdden
Yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beni
Oldukça ben götürme belâdan iradetim
Ben isterim belâyı çü ister belâ beni
Gittikçe hüsnün eyle ziyâde nigarımın
Geldikçe derdine beter et müptelâ beni
Öyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim
Vaslına mümkün ola getürmek saba beni
Nahvet kılıp nasib fûzûlî gibi bana
Ya râb mukayyed eyleme mutlak bana beni
Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni
Az eyleme inâyetini ehli derdden
Yani ki çok belâlara kıl mübtelâ beni
Oldukça ben götürme belâdan iradetim
Ben isterim belâyı çü ister belâ beni
Gittikçe hüsnün eyle ziyâde nigarımın
Geldikçe derdine beter et müptelâ beni
Öyle zaîf kıl tenimi firkatinde kim
Vaslına mümkün ola getürmek saba beni
Nahvet kılıp nasib fûzûlî gibi bana
Ya râb mukayyed eyleme mutlak bana beni
Gazel - Can verme sakın aşka
Can verme sakın aşka aşk afet-i candır
Aşk afet-i can olduğu meşhur-u cihandır
Sakın isteme sevdayı gam aşkta her an
Kim istedi sevdayı gamlı aşk ziyandır
Her ebrulu güzel elinde bir hançer-i honriz
Her zülfü siyah yanında bir zehirli yılandır
Yahşi görünür yüzleri güzellerin emma
Yahşi nazar ettikte sevdaları yamandır
Aşk içre azap olduğu bilirem kim
Her kimseki aşıktır işi ah ü figandır
Yadetme güzel gözlülerin merdüm-i çeşmin
Merdüm deyip aldanma kim içtikleri kandır
Gel derse Fuzuli ki güzellerde vefa var
Aldanma ki şair sözü elbette yalandır
Aşk afet-i can olduğu meşhur-u cihandır
Sakın isteme sevdayı gam aşkta her an
Kim istedi sevdayı gamlı aşk ziyandır
Her ebrulu güzel elinde bir hançer-i honriz
Her zülfü siyah yanında bir zehirli yılandır
Yahşi görünür yüzleri güzellerin emma
Yahşi nazar ettikte sevdaları yamandır
Aşk içre azap olduğu bilirem kim
Her kimseki aşıktır işi ah ü figandır
Yadetme güzel gözlülerin merdüm-i çeşmin
Merdüm deyip aldanma kim içtikleri kandır
Gel derse Fuzuli ki güzellerde vefa var
Aldanma ki şair sözü elbette yalandır
Gazel - Hâsılım yoh ser-i kûyunda belâdan gayrı
Hâsılım yoh ser-i kûyunda belâdan gayrı
Garazım yoh reh-i aşkında fenâdan gayrı
Ney-i bezm-i gamem ey âh ne bulsan yelever
Oda yanmış kuru cismimde hevâdan gayrı
Yetti bîkesliğim ol gaayete kim çevremde
Kimse yoh çevrile girdâb-ı belâdan gayrı
Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-i sebâdan gayrı
Bezm-i aşk içre Fuzûlî nice âh eylemeyen
Ne temettu bulunur bende sadâdan gayrı
Garazım yoh reh-i aşkında fenâdan gayrı
Ney-i bezm-i gamem ey âh ne bulsan yelever
Oda yanmış kuru cismimde hevâdan gayrı
Yetti bîkesliğim ol gaayete kim çevremde
Kimse yoh çevrile girdâb-ı belâdan gayrı
Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-i sebâdan gayrı
Bezm-i aşk içre Fuzûlî nice âh eylemeyen
Ne temettu bulunur bende sadâdan gayrı
Mehlika Sultan
Mehlika Sultan'a aşık yedi genç Gece şehrin kapısından çıktı: Mehlika Sultan'a aşık yedi genç Kara sevdalı birer aşıktı. Bir hayalet gibi dünya güzeli Girdiğinden beri rü'yalarına; Hepsi meşhur, o muamma güzeli Gittiler görmeye Kaf dağlarına. Hepsi, sırtında aba, günlerce Gittiler içleri hicranla dolu; Her günün ufkunu sardıkça gece Dediler: ''Belki bu son akşamdır'' Bu emel gurbetinin yoktur ucu; Daima yollar uzar, kalp üzülür: Ömrü oldukça yürür her yolcu, Varmadan menzile bir yerde ölür. Mehlika'nın kara sevdalıları Vardılar çıkrığı yok bir kuyuya, Mehlika'nın kara sevdalıları Baktılar korkulu gözlerle suya. | Gördüler: ''Aynada bir gizli cihan.. Ufku çepçevre ölüm servileri.....'' Sandılar doğdu içinden bir an O, uzun gözlu, uzun saçlı peri. Bu hazin yolcuların en küçüğü Bir zaman baktı o viran kuyuya. Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü Parmağından sıyırıp attı suya. Su çekilmiş gibi rü'ya oldu!.. Erdiler yolculuğun son demine; Bir hayal alemi peyda oldu Göçtüler hep o hayal alemine. Mehlika Sultan'a aşık yedi genç Seneler geçti, henüz gelmediler; Mehlika Sultan'a aşık yedi genç Oradan gelmeyecekmiş dediler!.. |
Beklenen
Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.
Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?
Bayramlar Bayram Ola
Güneş yükselmeden kuşluk yerine
Bir adam camiden döndü evine
Oturdu sessizce yer minderine
Kızı “Bayram” dedi, yalın ayaklı
Adam “Bayram” dedi, tam ağlamaklı..
Eli öpüldükçe içi burkuldu
Konuşmak istedi, dili tutuldu
Güç belâ ağzından bir “off! ” kurtuldu
Oğlu “Bayram” dedi, sırtı yamalı
Adam “he ya” dedi, gözü kapalı..
Düşündü kış yakın, evde odun yok
Tenekede yağ yok, çuvalda un yok
Yok yoka karışmış; tuz yok, sabun yok
Avrat “Bayram” dedi, eğdi başını
Adam “evet” dedi, sıktı dişini..
Çalışsa ne iş var, ne cepte para
Dağ oldu içinde büyüyen yara
Dikti gözlerini karşı duvara
Takvim “Bayram” dedi, silindi yazı
Adam “öyle” dedi, bağrında sızı..
Döndürse yönünü herhangi dosta
Yaralı, gariban, dul, yetim, hasta
Yıllar, aylar, günler erirken yasta
Yer-gök “Bayram” dedi, ağzını açtı
Adam “Bayram” dedi, evinden kaçtı...
Bir adam camiden döndü evine
Oturdu sessizce yer minderine
Kızı “Bayram” dedi, yalın ayaklı
Adam “Bayram” dedi, tam ağlamaklı..
Eli öpüldükçe içi burkuldu
Konuşmak istedi, dili tutuldu
Güç belâ ağzından bir “off! ” kurtuldu
Oğlu “Bayram” dedi, sırtı yamalı
Adam “he ya” dedi, gözü kapalı..
Düşündü kış yakın, evde odun yok
Tenekede yağ yok, çuvalda un yok
Yok yoka karışmış; tuz yok, sabun yok
Avrat “Bayram” dedi, eğdi başını
Adam “evet” dedi, sıktı dişini..
Çalışsa ne iş var, ne cepte para
Dağ oldu içinde büyüyen yara
Dikti gözlerini karşı duvara
Takvim “Bayram” dedi, silindi yazı
Adam “öyle” dedi, bağrında sızı..
Döndürse yönünü herhangi dosta
Yaralı, gariban, dul, yetim, hasta
Yıllar, aylar, günler erirken yasta
Yer-gök “Bayram” dedi, ağzını açtı
Adam “Bayram” dedi, evinden kaçtı...
23.02.2009
Yâ Râb, Bu Uğursuz Gecenin Yok mu Sabâhı?
"İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım?"
(A’râf 155)
Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı?
Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı!
Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun!
"Yandık!"diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!
Esmezse eğer bir ezelî nefha, yakında,
Yâ Rab, o cehennemle bu tûfan arasında,
Toprak kesilip, kum kesilip Âlem-i İslâm;
Hep fışkıracak yerlerin altındaki esnâm!
Bîzâr edecek, korkuyorum, Cedd-i Hüseyn'i,
En sonra, salîb ormanı görmek Harameyn'i!...
Bin üç yüz otuz beş senedir, arz-ı Hicaz'ın
Âteşli muhitindeki sûzişli niyâzın
Emvâcı hurûş-âver olurken melekûta?
Çan sesleri boğsun da gömülsün mü sükûta?
Sönsün de, İlâhi, şu yanan meş'al-i vahdet,
Teslîs ile çöksün mü bütün âleme zulmet?
Üç yüz bu kadar milyonu canlandıran îman
Olsun mu beş on sersemin ilhâdına kurban?
Enfâs-ı habisiyle beş on rûh-u leimin,
Solsun mu o parlak yüzü Kur'an-ı Hakim'in?
İslâm ayak altında sürünsün mü nihâyet?
Yâ Rab, bu ne hüsrandır, İlâhi, bu ne zillet?
Mazlûmu nedir ezmede, ezdirmede mânâ?
Zâlimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ!
Câni geziyor dipdiri... Can vermede mâsûm!
Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm?
Lâ yüs'ele binlerce sual olsa da kurbân;
İnsan bu muammalara dehşetle nigeh-bân!
Eyvâh! Beş on kâfirin îmanına kandık;
Bir uykuya daldık ki: cehennemde uyandık!
Mâdâm ki, ey adl-i İlâhi yakacaktın...
Yaksaydın a mel'unları... Tuttun bizi yaktın!
Küfrün o sefil elleri âyâtını sildi:
Binlerce cevâmi' yıkılıp hâke serildi!
Kalmışsa eğer bir iki mâbed, o da mürted:
Göğsündeki haç, küfrüne fetvâ-yı müeyyed!
Dul kaldı kadınlar, babasız kaldı çocuklar,
Bir giryede bin ailenin mâtemi çağlar!
En kanlı şenâatle kovulmuş vatanından,
Milyonla hayâtın yüreğinden gidiyor kan!
İslâm'ı elinden tutacak, kaldıracak yok...
Nâ-hak yere feryâd ediyor: Âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i İlâhî!
4 Cemaziyelevvel 1331 - 28 Mart 1329 (1913)
Destan
Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden,
Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!
Durum diye bir laf var, buyrunuz size durum;
Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum!
Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan bir şey,
Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey,
Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem.
Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde cinayet, tramvay arabasında zina!
Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve ferman, kumardaki dört kralın buyruğu:
Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom - Gomore, patla Bizans ve Roma!
Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan!
Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!
Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.
Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilâç;
Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilâç.
Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap!
1947
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak:
Durun, durun, bir dünya iniyor tepemizden,
Çatırdılar geliyor karanlık kubbemizden,
Çekiyor tebeşirle yekûn hattını âfet;
Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!
Durum diye bir laf var, buyrunuz size durum;
Bu toprak çirkef oldu, bu gökyüzü bodurum!
Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan bir şey,
Benim adım Bay Necip, babamınki Fazıl Bey,
Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem.
Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina;
Evde cinayet, tramvay arabasında zina!
Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil;
Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil!
Ve ferman, kumardaki dört kralın buyruğu:
Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu!
Geçenler geçti seni, uçtu pabucun dama,
Çatla Sodom - Gomore, patla Bizans ve Roma!
Öttür yem borusunu öttür, öttür, borazan!
Bitpazarında sattık, kalkamaz artık kazan!
Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili karaborsa!
Kubur faresi hayat, meselesiz, gerçeksiz;
Heykel destek üstünde, benim ruhum desteksiz.
Siyaset kavas, ilim köle, sanat ihtilâç;
Serbest, verem ve sıtma; mahpus, gümrükte ilâç.
Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap!
1947
22.02.2009
Ezan-ı Muhammedî
Emr-i bülendsin ey ezan-ı Muhammedî,
Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî.
Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî.
Sultan Selim-i Evvel'i râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî.
Ervâh cümleten görür Allahü Ekber'i,
Akseyleyince Arş'a lisân-ı Muhammedî.
Üsküp'de kabr-i mâder'e olsun bu nev-gazel,
Bir tuhfe-i bedi ü beyân-ı Muhammedî...
Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî.
Gök nûra gark olur nice yüz bin minareden,
Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî.
Sultan Selim-i Evvel'i râm etmeyip ecel,
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî.
Ervâh cümleten görür Allahü Ekber'i,
Akseyleyince Arş'a lisân-ı Muhammedî.
Üsküp'de kabr-i mâder'e olsun bu nev-gazel,
Bir tuhfe-i bedi ü beyân-ı Muhammedî...
Türküler Dolusu
Kirazın derisinin altında kiraz Narın içinde nar Benim yüreğimde boylu boyunca Memleketim var Canıma ciğerime dek işlemiş Canıma ciğerime Sapına kadar. Elma dalından uzağa düşmez Ne yana gitsem nafile. Memleketin hali gözümden gitmez Binbir yerimden bağlanmışım Bundan ötesine aklım ermez. Yerliyim yerli olmasına ilmik ilmik, damar damar Yerliyim. Bir dilim Trabzon peyniri Bir avuç tiftik Bir çimdik çavdar Bir tutam şile bezi gibi Dişimden tırnağıma kadar Ressamım. Yurdumun taşından toprağından sürüp gelir nakışlarım Taşıma toprağıma toz konduranın Alnını karışlarım Şairim şair olmasına Canım kurban şiirin gerçeğine hasına içerisine insan kokusu sinmiş mısralara vurgunum Bıçak gibi kemiğe dayansın yeter Eğri büğrü , kör topal kabulum Şairim Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası Ayak seslerinden tanırım Ne zaman bir köy türküsü duysam Şairliğimden utanırım Şairim Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm Hey hey, yine de hey hey Salınsın türküler bir uçtan bir uca Evelallah hepsinde varım Onlar kadar sahici Onlar kadar gerçek insancasına, erkekçesine ´Bana bir bardak su´ dercesine Bir türkü söylemeden gidersem yanarım. | Ah bu türküler Türkülerimiz Ana sütü gibi candan Ana sütü gibi temiz Türkülerde tüter dağ dağ, yayla yayla Köyümüz, köylümüz, memleketimiz. Ah bu türküler, Köy türküleri Dilimizin tuzu biberi Memleket ahvalini onlardan sor Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen´i Öleni, kalanı, gidip gelmeyeni... Ben türkülerden aldım haberi. Ah bu türküler, köy türküleri Mis gibi insan kokar, mis gibi toprak Hilesiz hurdasız, çırılçıplak Dişisi dişi, erkeği erkek Kaşı kaş, gözü göz, yarası yara Bıçağı bıçak . Ah bu türküler köy türküleri Karanlık kuyularda açılmış çiçekler gibi Kiminin reyhasından geçilmez Kimi zehir, kimi zemberek gibi. Ah bu türküler, köy türküleri Olgun bir karpuz gibi yarırılır içim Kan damlar ucundan, murekkep değil işte söz, işte ses, işte biçim: ´Uzun kavak gıcım gıcım gıcılar´ iliklerine kadar işlemiş sızı Artık iflah olmaz kavak ağacı Bu türkünün yüreğinde sancı var. Ah bu türküler, köy türküleri Ne düzeni belli, ne yazanı Altlarında imza yok ama içlerinde yürek var Cennet misali sevişen Cehennemler gibi dövüşen Bir çocuk gibi gülüp Mağaralar gibi inleyen Nasıl unutur nasıl Ömrunde bir kez olsun Halk türküsü dinleyen... |
Önden Giden Atlılar
Issız sıcak çölleri Karşı karlı dağları Çoktan aşıp gittiler Kayboldular uzakta Önden giden atlılar Ben burada kaldım böyle İşleri aceledir Çok uzundur yolları Bense geride kaldım Yetişemedim size Önden giden atlılar Gittiler hep gittiler Aştılar kızgın çölü Toprak tükendi bir gün Denize ulaştılar Çektiler dizginleri Kendileri dursa da Atlar duramadılar Çaresiz kalıp birden At sürdüler denize Önden giden atlılar Önlerinde okyanus Kızgın bir çöl arkada Asıl içlerindedir Zaptedilmez bir deniz Önden giden atlılar Teknik değişti diye Bıraktılar atları Atlarsa bu kıyıda Sanki sevgili gibi Onları beklediler Günlerce beklediler | Yeri yırtar ayaklar Göğe fırlar başları Nerden çıktı bu deniz Bizi ayıracaklar Önden giden atlardan Sevgiliden daha zor Ayrılmak bu atlardan Buğulanmış gözlerle Geri dönüp onları Gemilere aldılar Önden giden atlılar Üç gün duramadılar Yaptıkları gemide Karşı kıyıda yeni Güzel atlar buldular Yaktılar gemileri Önden giden atlılar Vardılar Kurtuba’ya İnmediler atından Gülle karşılandılar Ne güzel atlar bunlar Bunca yol çiğnediler Çiçek çiğnemediler Önden giden atlılar Önden giden bu atlar Seni gördüler kalbim Sahabe atlar bunlar Dünyanın beklediği Önden giden atlılar Önden giden atlılar |
Akıncı
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
Aktolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle !
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle...
Şimşek gibi, bir semte atıldık yedi koldan,
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla,
Birden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de,
Hala o kızıl hatıra titrer gözümüzde.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
Aktolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle !
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle...
Şimşek gibi, bir semte atıldık yedi koldan,
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla,
Birden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de,
Hala o kızıl hatıra titrer gözümüzde.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
21.02.2009
Sana, Bana, Vatanıma, Memleketimin İnsanlarına Dair
"Telgrafın tellerini kurşunlamalı" Böyle değildi bu türkü bilirim Bir de içime -Her istasyonda duran sonra tekrar yürüyen- Bir posta katarı gibi simsiyah dumanlar dökerek Bazen gelmesi beklenen bazen ansızın çıkagelen Haberler bilirim, mektuplar bilirim Gamdan dağlar kurmalıyım Kayaları kelimeler olan Kırk ikindi saymalıyım Kırk gün hüzün boşaltan omuzlarıma, saçlarıma Saçlarının akışını anar anmaz omuzlarından Baştan ayağa ıslanmalıyım Gam dağlarına çıkıp, naralar atmalıyım İçimde kaynayan bir mahşer var Bu mahşer bir de annelerin kalbinde kaynar Çünkü onlar, yün örerken pencere önlerinde Ya da çamaşır sererken bahçelerde Birden alıverirler kara haberini Okul dönüşü bir trafik kazasında Can veren oğullarının Bir de gencecik aşıkların yüreklerini bilirim Bir dolmuşta; yorgun şoförler için bestelenmiş Bir şarkıdan bir kelime düşüverince içlerine Karanlık sokaklarına dalarak şehirlerin Beton apartmanların sağır duvarlarını yumruklayan Ya da melal denizi parkların ıssız yerlerinde Örneğin hint okyanusu gibi derin İsyanın kapkara sularına dalan Nice akşamlar bilirim ki Karanlığını Bir millet hastanesinde Dokuz kişilik kadınlar koğuşu koridorunda Başını kalorifer borularına gömmüş Beyaz giysilerinden uykular dökülen tabiblerden Haber sormaya korkan genç kızların yüreğinden almıştır Bir de baharlar bilirim Apartman odalarında büyüyen çocukların bilmediği bilemeyeceği Anadolu bozkırlarında İstanbuldan çıkıp, Diyarbekire doğru Tekerleri Yamalı asfaltları bir ağustos susuzluğuyla içen Cesur otobüs pencerelerinden Bilinçsiz baş kaymasıyla görülen Evrensel kadınların iki büklüm çapa yaptıkları tarla kenarlarında Çıplak ayakları yumuşak topraklara batmış ırgat çocuklarının Bir ellerinde bayat bir ekmeği kemirirken Diğer ellerinde sarkan yemyeşil bir soğanla gelen | Yazlar bilirim, memleketime özgü Yiğit köy delikanlılarının İncir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunladıkları Birinin ölü dudaklarından sızan kan daha kurumadan Üstüne cehennem güneşlerde mor sinekler konup kalkan Diğeri kan-ter içinde yayla yollarında Mavzerinin demirini alnına dayamış Yüreği susuzluktan bunalan İçinden mapushane çeşmeleri akan Ansızın parlayan keklikleri jandarma baskını sanıp Apansız silahına davranan Nice delikanlılarin figuranlık yaptığı Yazlar bilirim memleketime özgü Güzler bilirim, ülkeme dair Karşılıksız kalmış bir sevda gibi gelir Kalakalmış bir kıyıda melul ve tenha Kalbim gibi Kaybolmuş daracık ceplerinde elleri Titreyen kenar mahalle çocukları Bir sıcak somun için Yalın kat bir don için Dökülürler bulvarlara yapraklar gibi Kadınlar bilirim ülkeme ait Yürekleri akdeniz gibi geniş Soluğu afrika gibi sıcak Göğüsleri çukurova gibi münbit Dağ gibi otururlar evlerinde Limanlar gemileri nasıl beklerse Öyle beklerler erkeklerini Yaslandınmı çınar gibidir onlar sardınmı umut gibi İsyan şiirleri bilirim sonra Kelimeler ki tank gibi geçer adamın yüreğinden Harfler harp düzeni almıştır mısralarda Kimi bir vurguncuyu gece rüyasında yakalamıştır Kimi bir soygun sofrasında ışıklı salonlarda Hırsızın gırtlağına tıkanmıştır Müslüman yürekler bilirim daha Kızdımı cehennem kesilir sevdimi cennet Eller bilirim haşin, hoyrat, mert Alınlar görmüşüm ki vatanımın coğrafyasıdır Her kırışığı, sorulacak bir hesabı Her çizgisi, tarihten bir yaprağı anlatır Bütün bunların üstüne Hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim Vatanım milletim tüm insanlar kardeşlerim Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adın gelmeli Adın kurtuluştur ama söylememeliyim Cankuşum umudum canım sevgilim. |
Bülbülderesi - 1971
Han Duvarları
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı, Bir dakika araba yerinde durakladı. Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar, Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar... Gidiyorum, gurbeti gönlümle duya duya, Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya. İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık, Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı... Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları, Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler, Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler... Ellerim takılırken rüzgârların saçına Asıldı arabamız bir dağın yamacına. Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık, Yalnız arabacının dudağında bir ıslık! Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar, Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu. Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu. Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince. Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi. Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi. Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine. Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine. Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali, Sonunda ademdir diyor insana yolun hali, Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan. Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor, Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor... Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine. Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan; Geçiyordu araba yola benzer bir sudan. Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu, Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu: Ağır ağır önümden geçti deve kervanı, Bir kenarda göründü beldenin viran hanı. Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri. Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya. Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı, Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı. Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor, Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor. Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı. Gitgide birer ayet gibi derinleştiler Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler... Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı, Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı; Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler, Aygın baygın maniler, açık saçık resimler... Uykuya varmak için bu hazin günde, erken, Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı. Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa; "On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndanAltında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi... Gözüm imza yerinde başka ad görmedi. Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş! Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş; Araya gitti diye içlenme baharına, Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!... | Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk, Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk. Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri. Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor, Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor... Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar, Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar. Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide, İki dağ ortasında boğulan bir geçide. Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden: Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla, Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla. Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu, Burada son fırtına son dalı kırıyordu... Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla, Savrulmaya başladı karlar etrafımızda. Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü; Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü... Gönlümde can verirken köye varmak emeli Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!" Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana Biz menzile vararak atları çektik hana. Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş. Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor, Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor... Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri, Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri. Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor, Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor; "Gönlümü çekse de yârin hayaliSabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı, Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı... Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde. Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık, Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık. Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım, Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım! "Garibim namıma Kerem diyorlarBir kitabe kokusu duyuluyor yazında, Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında. Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı! Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı! Az değildir, varmadan senin gibi yurduna, Post verenler yabanın hayduduna kurduna!.. Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu: "Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?" Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende, Dedi: "Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!" Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti, Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti... Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi. Aradan yıllar geçti işte o günden beri Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim, Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim. Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar, Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar! Ey garip çizgilerle dolu han duvarları, Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!... |
Bir Gece
Ondört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lakin, o ne husrandı ki: Hissetmedi gözler,
Kaç bin senedir halbuki bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî;
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi,
Bir kerrede, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin.
Salgındı, bugün Şark'ı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o Ma'sum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi geberdi!
Âlemlere rahmetti evet şer-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sâhipse, O'nun vergisidir hep;
Medyûn ona cemiyyet-i, medyun O'na ferdi.
Medyundur o mâsûma bütün bir beşeriyet...
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
***
Zulüm, fevza yani anarşi ve tefrika cahiliye toplumunun (ve ileride gelecek benzerlerinin) özellikleri olarak ifade edilmişki doğruluğu inkar edilemez.
Kumdan, ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lakin, o ne husrandı ki: Hissetmedi gözler,
Kaç bin senedir halbuki bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabiî;
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi,
Bir kerrede, mâmûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin.
Salgındı, bugün Şark'ı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o Ma'sum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi geberdi!
Âlemlere rahmetti evet şer-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sâhipse, O'nun vergisidir hep;
Medyûn ona cemiyyet-i, medyun O'na ferdi.
Medyundur o mâsûma bütün bir beşeriyet...
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
***
Zulüm, fevza yani anarşi ve tefrika cahiliye toplumunun (ve ileride gelecek benzerlerinin) özellikleri olarak ifade edilmişki doğruluğu inkar edilemez.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)